Umut Fukarası
Vasiyetlerin en kötüsünü en hasta sesiyle okumaya başlayan gecenin bütün sokaklarda felaket tellallığı yapmaya başladığı bu saatte, hiç düşünmediği yarından iki üç somun ekmekten başka bir beklentisi ve umudu olmayan insanlar, duvarlarıyla sokaklarının arasında hiçbir kaldırım bulunmayan, gökyüzünün hep en soluğunun, gecenin hep en karanlığının hüküm sürdüğü, eskitilmiş mahallelerinde uykuya yatmak için hazırlanırlarken, kendilerine her nimetin ve pisliğin, gümüş tepsiler ve altından sofralarda sunulduğu şehirli diğer insanlar, her defasında kendileri için yepyeni sayılan ve güzelliğinden hiçbir şey yitirttirilmeyen günahların zevkini sırtlanabilmek sonra da olduğu gibi kusabilmek için meyhaneye, kerhaneye, viraneye, kısaca, her türlü haneye tecavüze gönüllü olarak sokaklara dökülmeye başlarlar; hepsi de başıboş.
Sokaklar yapış yapış olmuş insan soluğundan. Duvar duvar yükselen şehirden kurtulabilmek için yazı beklemekten başka çaresi yoktu. Yaz geldiğinde Arslanbeyliye gidecek, sonbahara dek orada kalacaktı. Özlemişti Arslanbeyli Köyünü. Ne zamandan beri gitmeyi istiyor; ama yalnız bırakmaya kıyamadığı ev sahibesinden dolayı bir yere kımıldayamıyordu. Nasıl bırakıp gidebilirdi ki? Kadının kimi kimsesi yok. Turgayın ağzından bir gitme lafı çıkmaya görsün; Arife Hanım iki gözü iki çeşme:
- Sen de gidersen a yavrum
Hem benim kaç günlük ömrüm kaldı şunun şurası. Ben göçtükten sonra nereye istersen git. Akşamları bile şu kadarcık geç kaldın mı, içim eriyor oğlum, diye başlar sonra da Turgaya sarılıp kalırdı.
Hem o kadar severdi Turgayı hem de ufak tefek kusurlarına bile ortalığı ayağa kaldırırdı. Konu komşu üşüşürdü camlara. Çoluk çocuğun maskarası oluyordu nerdeyse Turgay. Azarın bini bir para.
Birden caddenin karşısındaki Otel Jalenin önünde dikilen kadına takıldı gözü. Esmer güzeli miydi ne? Akşam kavuştuğundan tam anlayamadı; kendisine mi bakıyor? Cadde boyunca yükselen direklerden yayılan ışıklar her zamankinden daha aldatıcı bu akşam. Gitsem mi acaba yanına diye geçirdi içinden. Belki akşamı birlikte geçirebilirlerdi. Biraz düşündü. Bir kolpaya getirip
Neden sonra vazgeçti.
Sıkıntılarından rengi atmış bir dostuna rastladı az sonra. Akşamın serinliğini görüyordu gözlerinin kederinde, yorgunluğunu. Merhabası bile yavanlaşmış, toza toprağa bulanmış sanki. İyi demek adetten olmuşmuş ya, ne yapasıymış. İki öksüz, bir de yatalak oldu olacak anası. İşte son çare olarak üvey ana getirecekmiş. Hoş anası hiç razı değilmiş, ama Mehmet ne yapsın? Vay Mehmetim vay! Allah kolaylık versin. Öksüzleri de ne zamandan beri göremediydi Turgay. Sen ne düşündüysen güzeldir. İyi olur inşallah! Raziye Teyze ye selam söyle Mehmet. Oktay ile Sevali de öp benim için. Hadi uğurlar olsun.
Şehrin en güzel salonunun olduğu Kılıçoğlu Sinemasının önünden geçiyordu şimdi. Sinema geceleri düzenlerdi belediye; maksat halka hizmet. Çocukluğunun en sisli gecelerini belediyenin bir değirmenden bozduğu, büyüttüğü bahçede geçirdi. En gözü yaşlı aşkları burada tanımıştı. Ah Güzel İstanbulun kızına burada tutulmuştu. Ama Turgay da çaresiz kaldı aynı gecenin içinde bu aşkın elinden. İlk kez silah çekiliyordu; o yeşil gözlü çocuk ilk kez acımıştı bir insana. Ağlamıştı.
Eve gitmekten vazgeçti. Fedakâr sayılmayacak bir adam kadar masumdu şimdi.
Kendisi gibi olanların seslerinden renk renk olmuş bir cümbüşe rastladı. Eskiden kahve- hane olan bu yerde böylesi bir şenliğin olacağını duymuştu ya, gidip gitmemekte karar verememişti. Baktı. Çilağanın Kahvehanesi ne hale gelmiş. Çok değil üç sene evveline dek ne güzel sohbetler edilirdi burada. Yorgunluğunu atmaya niyetli işçi sınıfından insanları, ilk gençliğini buralarda beslemeye meraklı gençleri, iki sokak aşağıdaki camiden çıkıp çıkıp gelen yaşlıları hep Çilağanın Kahvehanesine takılırlardı. Memleketin aydınları, memurları, esnafı, tüccarı bile buradan ayrı bir zevk aldığı için hep buraya gelirler, ekonomiden, siyasetten, eğitimden konuşurlardı. Yaşasaydı Çilağa diyorum, ağlar mıydı? Üzülür müydü? Herhalde içkiye bile kırk iki yıl dayanmış kalbi bu manzara karşısında anında sekteye uğrar, ebediyete irtihal-i dâr-u beka eyleyiverirdi. İnsan soluğundan yapış yapış olmuş tavanı, eflatundan yeşile, çeşit çeşit kırmızıdan maviye değişip duran duvarlarından yayılan küflü zevk kokularıyla şimdinin en gözde rezil mekânlarından olup çıkmış. Köşeden köşeye içkili bakışlar dolaşıyor ortalıkta; her biri sarhoş gibi. Her biri diğeriyle oynaşıyor. Kimse kimsenin umrunda değil. Dışı mordan pembeye dönmeye meraklı; içten hiç de mavi bir mekân değil. Her tarafından zevkin karaltıları, günahın mutluluğu yükseliyor. Kapıyı çevreleyen sarmaşıklardan bir yaprak kopardı ve kapının önüne atıp yürüdü.
Sağa sola bakına bakına dolaşmaya devam etti. Her köşe başında bir yoksulluğun nöbet bekleyişine hayret etmeye başladı. Her caddede biraz insanlık kalmış. Birileri sevgilileriyle bir yerlere giriyor, kimileri de sarmaş dolaş ve sarhoş bir yerlerden çıkıyor: Taksi! Taksi! Ne ümitlerle okutmuştu babası; ama Turgayın babası da zamansız sefere çıkmıştı herkes gibi. En muhtaç zamanında gitmişti. Oktay ve Seval geldi aklına. Evet evet. Yarın gitmeli yanlarına.
Ayakları nazlanmaya başlamıştı. Eve doğru sürünüyorlar. İyi, eve gideyim de
Yürümeye devam etti. Stadyumu geçti. Yarım saate kalmaz evdeydi. Eskimiş olan saat mi zaman mı kestiremiyordu. Saatin uzun kolu, on ikiye yapışmış; kısanın nerde durduğunu göremiyor. Daha da azaldı insanlar ve giderek yoklaştılar. Taksi durağını geçiyordu. İçerde iki kişi oturuyor. Birini tanıyor da diğeri yeni galiba, çıkaramadı. Yarın alır havadisi Müfitten. İçerden tanıdık bir ses duyuluyor, ağlamaklı gibi: Doğduk isteyerek mi? Ölürsek bilerek mi? Gideriz ağır ağır, hedefi görerek mi?
Az sonra meslek lisesini de geçti. Kendi muhitine yaklaşıyordu yavaş yavaş. Artık yalanlardan kurtulmaya başladı. Yorgun bir karanlık vardı sokaklarda. Rüzgâr çıktı; teneke damlarda akıp duruyor. Sessizlik, gecenin bu saatinde hala evine ulaşamamış insanlara korkuyu içirmek için sinsi sinsi dolaşıyor sokaklarda. Bulutlar bile saçılıp savruluyorlar. Dayanılır şey değil bu kimsesizlik. Eksik eksik yağmaya başladı yağmur. Eve vardığında sıcak bir tarçın içmeyi düşündü şimdi. Sokaklardan rüzgârla birlikte akıp geçiyor. Yorgun. Evlerinin her biri bir umut ocağı gibi yeşillenen bu mahalleden yaz geldiğinde ayrılacak olmasına üzülür gibi oldu. Gitmese miydi acaba? Bu kadar sıkıntı çektikten sonra, kaçıp gitmenin bir anlamı olmaz ki! Kurtulmaya çalışmak kendinden
Arslanbeyliyi de hem özlemişti hem de oraya sığınması iyi gelirdi belki.
Azıcık sıcaklık kalmış pencerelerde. Geçmiş günden kurtulmaya çabalayan insanların teninin yorgunluğunun, uykuya varışının sıcaklığı yağmura karışıp kaybolarak yayılıyor etrafa. Sessiz. Soğuktan titreyen zayıf düşmüş bir umut sokak sokak sığınacak bir kapı arıyor. Umutsuzca. Sokaklar yorgun. Turgay umutsuz. Rüzgâr bulutları güdüyor. Umut sahipsiz kalmış. Üşüyor. Sıcak bir tarçın her şeyi halleder. Sokak taşlarına yapışan Turgayın gölgesi değil. Bedeni de değil. Yorgun. Soluk. Umutsuz umut kollarında artık: Sıcak bir tarçına ne dersin?